Friday, December 3, 2010

Çocuğuma Nasihatler 3


Birinin Keyfini Kaçırmak Hiç Zor Değil
Şu anda ilk karşıma çıkan kişinin keyfini 2 dakikada kaçırabileceğime bahse girerim. Sen de kaçırabilirsin. Herkes kaçırabilir.(Kaçırıyorlar da.) Zor bir şey değil ki. Marifet hiç değil.




Kötü bir bakış, kötü bir söz, bir hakaret, bir küfür, bir acımasız şaka. Hele yakından tanıyorsan ve acıtacak yeri biliyorsan. Zor bir şey mi? Eminim herkes becerebilir.








Bir bebeği düşün, çek al elinden oyuncağını ağlasın, garip sesler çıkart, komik mimikler yap gülsün.






Bırakalım bebeği bir yana,herkesi gülümsetebilmek çok kolay değil midir? Güzel bir bakış, tatlı bir söz, bir kompliman, bir gülümseme, tatlı bir şaka, muzip bir göz kırpma. Bunu da herkes becerebilir. (Göz kırpmayı bilmeyenler, öpücük göndersin artık 😅




Tamamen seçim meselesi. Bulunduğun yere neşe, keyif, mutluluk mu saçmak istiyorsun, yoksa gücünü gösterip herkese haddini bildirmek, duracağı yeri öğretmek ve sana saygı göstermelerini sağlamak, sağladığını "sanmak" mı??
Diğer bir deyişle, mutlu olmayı mı seçiyorsun, haklı olmayı mı?
Şu hayat o kadar kısa ki, haklıysan da, bırak başkaları bilmeyiversin, anlamayıversin bunu; sen biliyorsun ya, yeter de artar bile.






Takma kafana saçma sapan şeyleri. Her anı gülümseyerek, gülümseterek, gülerek, güldürerek, hatta kahkaha atarak, attırarak geçirmenin zevkine bir varsan.



İşte o zaman. Olumsuz bir şey bulmak için fıldır fıldır bakan o gözlerini, eğlenecek bir şeyler bulmak için kullanır, kızmak için her fırsatı değerlendirmek yerine, gülmek için fırsat yaratırsın.

Wednesday, October 27, 2010

ÇOCUĞUMA NASİHATLER 2






“Aynı yoldan gidersen, aynı yere varırsın!”






Yol özürlü olan benim; ama ben bile bir defa girdiğim çıkmaz sokağa bir daha girmiyorum. (Veya en fazla bir defa daha giriyorum, ama iki değil. 😊

Yol bulma konusunda bir sorun yaşayacağını sanmıyorum, tabi ki, çocuğum. Yaşasan bile, navigasyon cihazları, akıllı telefonlar, şunlar bunlar, nasılsa bir yolunu bulursun. Yolunu da bulursun. En fazla biraz zaman kaybedersin.

Benim bahsettiğim yol hayattaki yollarla ilgili. Orada kaybedilecek zamanla ilgili. Kaybedilecek fırsatlarla ilgili.
Yanlış anlama beni, hayatta hangi yolu seçeceğine karışacak değilim; bahsettiğim yol o yol değil; hangi yolu seçersen seç, o senin bileceğin iş.

Yol derken, daha çok "yöntem", "davranış biçimi", "tavır" benim bahsettiğim.
Hayattaki hedeflerine varmak için kullandığın/kullanacağın yollar.
Hedef deyince, bundan "hayat amacın", "iş hedefin" gibi büyük hedefler anlama.

Ismarladığın oyunun, satıcı yarın teslim edeceğini söylerken, bugün eline geçmesini sağlamak da bir hedeftir. Bunun için 12 yaşındayken belki yalvarmışsındır; 15'de belki terslenmişsindir; 18'de tüketici haklarından, mahkemeye vermekten falan bahsetmişsindir. Büyük ihtimalle hiçbirinde de oyuna o gün sahip olamamışsındır.

Ben de diyorum ki "aynı yoldan gidersen aynı yere varırsın".

Hedef oyunu o gün oynamaksa, ya satıcıyı ikna edecek başka bir yol bulacaksın - dikkat et, ikna edecek dedim, kavga edecek, sinirlendirecek demedim - ve oyunu sana o gün ulaştırmasını sağlayacaksın. Ya da. Tabi ki, hedefi şaşırmazsan başka yollar da mutlaka vardır.



Bir düşün bakalım.
Hedef ne?
O oyuna o gün sahip olmak mi?
O oyunu o gün oynamak mı??


(Satıcıyla kapışmak olmadığını varsayıyorum. Bağcıyı dövmeye değil, üzüm yemeye geldik.)
Büyük ihtimalle, o oyunu o gün oynamaktır.
O zaman, alternatiflere bakalım. Olmayana değil, olana odaklanalım.
Oyun başka kimde var?
Belki de kimsede yoktur. Bilmiyorum.
Varsa gider onunla oynarsın. Veya. Sen bul alternatifleri.

Ben alternatiflere açık ol diyorum. Çözüm bulmuyorum.
Kilitli kalmış kapıyı açmak için uğraşırken, başka bir açık kapı veya pencere var mı diye de bir bak diyorum. Amacın dışarı çıkmak olduğunu unutup, kapıyı açmak olduğunu zannetme diyorum.

İşte özetle benim tavsiyem - nasihatım:

- Asıl hedefi şaşırma.Hatta arada sırada bunu kendine sor.
- Egona yenilip, birileriyle kavga etmeye, haklı çıkmaya uğraşma.
- Kafanı birileriyle tartışmaya, o tartışmada haklı çıkmaya yoracağına, alternatif çözümler bulmaya yor.
- Denediğin ve sonuç vermemiş, kötü sonuç vermiş veya bir işe yaramamış davranışlarda ısrar etme, bunları hatırlamayı ve onlardan vazgeçmeyi bil.

Oyun dedim değil mi? En çok ilgini o çeker diye öyle dedim.

Eşinle, sevgilinle, annenle, babanla, öğretmeninle, patronunla, hatta çocuğunla yaşayacağın her türlü sorunda, davranış biçimi olarak kullanmayı dene bunu. Bence işine yarar.
Unutma "aynı yoldan gidersen, aynı yere varırsın".

Tuesday, October 19, 2010

ÇOCUĞUMA NASİHATLER 1



Hani bilgeye sormuşlar,
- "Verdiğiniz onca doğru kararı neye borçlusunuz?" diye.
- "Tecrübelerime" demiş.
- "Tecrübelerinizi neye borçlusunuz?" diye sormuşlar.
- "Yanlış kararlarıma" demiş.



İnsan, doğrusu öyle bile olsa, kendi çocuğunun acı çekerek, canı yanarak dersler almasına razı olamıyor. "Bak benim elim yandı, sen elini ateşe sürme" demek istiyor.

Başlık için "nasihat" kelimesini özellikle seçtim. Tavsiyeler aynı duyguyu vermeyecekti. Yaşanmışlıktan geriye kalanlar olsun istedim; nasihat daha eski kelime ya, daha bilgelik içerir gibi geldi nedense. Babam nasihat derdi her zaman, belki onu anımsattığı için de hoşuma gitmiş olabilir. Biz babamla çok sohbet ederdik - hatta tartışırdık -, o sohbetlerden geriye ne çok şey kalmış, şimdi onun yokluğunda, yaşadıkça daha iyi görüyorum. (Benden de geriye bir şeyler kalsın bari. Belki ben yokken, lazım olur.)

Bizim çocuklarımız bizimle sohbet etmeye fazla zaman ayıramıyorlar. Onlar bizim onların yaşındayken olduğumuzdan daha meşguller. Onların cep telefonları var, PlayStation'ları var, 1000 kanal televizyonları var. Bizim yoktu. Biz ya dışardaydık, ya da evde. Dışardaysak, arkadaşlarımızlaydık. Evdeysek, müsaittik!

Her neyse. Bugünkü ruh halime göre ilk tavsiyem:

"HİÇBİR ŞEYİ GEREĞİNDEN FAZLA CİDDİYE ALMA, KEYFİNİ KAÇIRMA"



İnsan bunu gerçekten ciddi sıkıntılar, zorluklar veya kayıplar yaşadığında tam olarak anlayabiliyor ancak. O sıkıntıları çekmeyi bekleme çocuğum, söylüyorum işte, bir de böylesini dene.


Hayatında çok önemli değişiklik yaratmayan, küçük rahatsızlıkları, kolaylıkla görmemiş gibi yapabilirsin.

Al sana örnek:

Trafikte önündeki aracın ağırdan alması yüzünden, kırmızı ışığa mı takıldın.(En uzun yananı 90 saniye falan yanıyor!!!) Hiç umursama. Uçağın 90 saniye rötar yaptığında umursuyor musun? Etrafına bakın - belki çok da ilginç bir şey yakalarsın - ıslık çal, şarkı söyle. 90 saniye için sinirlenmeye, keyfini kaçırmaya değer mi?

Bir yere gidecektin de gidemiyor musun?? Gitme. Çok mu önemli? Başka yere git, belki orada daha çok eğlenirsin.

Her şeyin mutlaka bir de iyi yanı vardır, onu gördün mü, neşen hiçbir zaman kaçmaz.
Esnek oldun mu, her şeyden zevk alırsın. Takıntılıysan, her zaman üzülecek bir şey bulursun kendine.

İlk tavsiyem buydu. Zaten hayattaki bütün tavsiyelerim, neşeli olmak, neşeli kalmak ve etrafa neşe saçmakla ilgili olacaktır eminim. Galiba benim hayat amacım o!!! Umarım giderken bile herkes neşeyle yolcu eder beni.

Son sözüm: Neşeli olmak herkese yakışır. Bana inanmıyorsan, resimlerine bak.

Wednesday, October 6, 2010

Asidik beslenerek "cool" olmak


İnsan "A Guide to Memory Increase/ Hafıza Kuvvetlendirme Rehberi" adında bir kitap okurken, öfkeye sebep olan yiyeceklerle ilgili bilgilerle karşılaşmayı beklemiyor, doğal olarak.

Son günlerde - ki bu günler, bir elin parmaklarıyla sayılabilecek sayıdan çok, bir takvimin sayfalarıyla sayılabilir miktardalar-, dikkatim mi dağınık, yaşım mı ilerledi veya adını söylemek istemediğim bir rahatsızlığım mı var acaba diye düşünür olmuştum. Bora Jet'in neredeyse bir otobüs büyüklüğündeki sempatik ama tedirgin edici uçağında, hiç alışık olmadığım bir fobi oluşturmak üzereyken, kendimi oyalamak üzere göz attığım e-kitapta karşıma çıktı bu konu. Çevremde birkaç öfkeli eleman mevcut olduğundan, pek de ilgimi çekti ve kendi hafıza sorunumu ve bu kitabın içinde bu konunun ne işi olduğunu bir kenara bırakarak,"demek ki bunu okumam lazımmış" diyerek "mind food/zihin besinleri" konusuna yoğunlaştım.


Anlatılan şu:
Bir grup doktor, belirli vitamin, mineral ve proteinlere ağırlık veren beslenme programlarının, strese karşı direnci arttırarak, öfke krizlerine çözüm olabileceğini keşfetmişler.
Bunlardan biri, Dr.George A. Wilson, sağlıklı bir metabolizmaya sahip olmak ve böylece bedene daha sonra zihni besleyecek olan besinleri vermek için, çok hassas bir asit-alkalin dengesinin gerekli olduğunu iddia ediyor. Dr. Wilson'a göre, bir kişinin sindirim sistemi ne kadar alkalin ise, o kişi o kadar sinirli oluyormuş. Besinleri kolaylıkla sindirebilmek ve stres sorunlarıyla başa çıkabilmek için de, asidik bir sindirim sistemi gerekiyormuş.
"Bio-electric force/ bio-elektrik güç" olarak tarif ettiği denge sağlandığında, beden gerilimlere karşı koyabiliyor ve duygusal sorunları tedavi edebiliyormuş.
Dr.Wilson, asit dengesini bozarak alkaliniteye sebep olan 6 stress bozukluğu sıralamış. Hatta, böyle bir stresin, duygusal sağlık için gerekli olan bedendeki C Vitamini (askorbik asit) miktarını da etkilediğini belirtmiş. Daha sağlıklı olmak için çözümün bu altı stresli durumdan uzak durmak olduğunun da altını çizmiş. (Nasıl durulacaksa artık...)

- Şoklar
- Güçlü hayal kırıklıkları
- Keyif kaçırıcı yoğun duygusal durumlar
- Aşırı korku veya endişe
- Aşırı çalışma
- Yetersiz dinlenme

Dr. Wilson, çoğu insanın asit-alkalin durumunu da şöyle özetlemiş:

- Öğleden sonraları daha asidik, sabahları daha alkalin
- Yazları daha asidik, kışları daha alkalin
- Egzersiz sırasında daha asidik, dinlenirken daha alkalin
- Üşüdüğünde, yorulduğunda, kronik bir hastalık sırasında veya hastalık başlangıcında daha alkalin

Sabahın erken saatlerinde, kış günlerinde, uzun dinlenmeler sırasında ve hastalık başlangıçlarında, asit rezervini arttırmak için, bir bardak suya, bir çorba kaşığı elma sirkesi ve bal koyarak hazırladığınız "toniği" içmeniz iyi olurmuş.

Evde elma sirkesi yapmak isterseniz, onun tarifini de yazının sonunda vereceğim. Çok kolay.



Daha kolay yoldan, taze sıkılmış herhangi bir meyve suyunu içerek de gerekli asidi sağlayabilirmişsiniz.

Dr. Wilson, ayrıca, metabolizmayı stabilize etmek için dengeli beslenmeyi, nişasta ve şekeri azaltmayı da tavsiye ediyor.

Tam da şeker demişken, kitabın ilerleyen sayfalarında "şeker bir hafıza öldürücü müdür?" diye de bir başlık var; ve burada da yine konu duygusal sorunlara ve beslenmeye geliyor. (Bu kitap galiba aslında hafızayla değil de, stres ve beslenmeyle ilgili. Veya yazarın aklı çok dağınık. Her neyse, verdiği bilgiler benim işime yaradı; belki sizin de yarar.)

Burada, şekerin bir yiyecek olmadığı, enerji illüzyonu yaratan saf bir karbonhidrat olduğu söylenmiş. Enerjiyi önce hızla arttırır gibi yapıp, sonra yere vuruyormuş. Ayrıca Vitamin B-Complex'i emdiği için de duygusal sorunlara sebep oluyormuş. (Ki bu vitaminler de sinir sistemini beslermiş.) Hassas kan şekeri seviyesini bozarak, zihinsel yanılsamalara veya rahatsızlıklara da sebep olabilirmiş. Zihinsel tahrifat yaptığı, değişken ve kararsız davranış biçimlerini tetiklediği ve hafıza kaybına sebep olduğu da saptanmış. (Eh, sonunda hafızayla ilgili bir şey çıktı.)

Biraz ileride, çok daha ilgi çekici bir bilgi var. "Fazla şeker yüklenmesi gibi ciddi bir durumda, şiddet eğilimi ortaya çıkabilir!" Hatta daha fazlası. Tembellik, zihinsel yorgunluk, umursamazlık hali, dalgınlık, hınzırlık.

Bu kadarı bana yetti.


Uçak hayırlısıyla yere indi. Ben eve vardım. İlk iş olarak beyaz şekerleri, esmer şekerle değiştirdim. Ev halkının kola tüketimini azaltmaya yönelik olarak, ev yapımı ayran, limonata ve taze sıkılmış bilumum meyve suyu işine girdim. Şu an içinse, internetten en doğal halinde şeker veya şeker alternatifleri bulma çabası içindeyim.














Söz verdiğim Elma Sirkesi Tarifi: (Kış başı bunun için çok uygun bir zaman)

1 lt. kavanozu önce kaynatıp soğutun (yani sterilize edin.)
(Kavanoz yerine toprak küp de kullanabilirsiniz. "Keskin sirke küpüne zarar"dan biliriz ya, işte o küp. Resimde de var.)
1 lt suyu kaynatıp soğutun.
Elmaları iyice yıkayın; dilimleyin veya ezin.(1 lt suya 2 elma gibi. Tatlı elma. Amasya elması iyi sonuç veriyor.)
Kavanoza suyu, elmaları, 1 tatlı kaşığı normal sirkeyi,1 küp şekeri atın.(Şekeri bakteriler yiyor, merak etmeyin.)
Karanlık ve ılık bir ortamda, üzerine tülbent koyarak, kapağı açık şekilde bırakın.
Bir hafta sonra köpükler başlar. Kavanozun altından bir parmak şeffaflaşmaya, beyaz olmaya başlar. O zaman, tülbentten veya kağıt kahve filtresinden süzün ve posasını atın.
İşte size ev yapımı elma sirkesi.

Beğenirseniz, başka meyvelerle de deneyebilirsiniz.

Sunday, August 15, 2010

HAYIR demek için EVET demek

.

Referandumda HAYIR seçeneğine EVET mührü bastığınızda, bu oyları sayanların aklı karışmaz diyorsanız, yukarıdaki testi yapın bakalım.

Yapmanız gereken, sadece, sırayla gördüğünüz renkleri söylemekten ibaret. Hiç şaşırmadım diyebiliyor musunuz?

.

Thursday, April 22, 2010

Askerlik Yerine Hayatta Kalma Eğitimi



Askerliğin amacı nedir diye sorsanız, ideal olarak "savunmayı öğrenmektir" demek gelir içimden. Yurdunu, milletini, aileni, çoluk çocuğu düşmanlara karşı, tehditlere karşı korumak.
Peki, pratikte öyle midir gerçekten? Hiç askere gitmedim, bilmiyorum doğrusu, ama, bana hiç öyleymiş gibi de gelmiyor.


Şu anda tehdit olarak görülen nedir? Herhalde terör grupları. Çünkü onun dışındaki savaşlar zaten artık teknolojiyle yapılıyor. Terör grupları da öyle profesyonelce eğitiliyorlar ki, ancak profesyonel bir ordu başa çıkabilir onlarla.


Teknolojik savaş derseniz, onda da mesleği askerlik olanların dışında kimsenin eğitiminin yeterli olması pek kolay görünmüyor (buradan bakınca tabi.)


Dünyada doğal afetlerin de artmasıyla düşündüğüm şöyle de bir şey var. Gün gelip de gerçekten "yer yerinden oynarsa/oynadığında", olası tehditlerle başa çıkacak en ufak bir donanıma sahip miyiz hiçbirimiz?




Canımızı, malımızı,yiyeceğimizi yağmacılardan, vahşi hayvanlardan korumayı biliyor muyuz?




Aç kaldığımızda, markete gidip satın almak dışında, yiyecek bulma, su bulma becerimiz var mı?
Gerekirse çakmakla sigara yakmak haricinde, ateş yakabilecek miyiz?
Ve düşünürseniz, aklınıza gelebilecek daha neler neler.

Şimdi bedelli askerlik konuşuluyor. Diyelim ki kabul edildi. Ne olacak, 2 ayda, 4 ayda işe yarar bir eğitim mi alacaklar bu bedelli askerler? Yoo, orada zaman öldürecekler. Tıpkı, bir çok üniversite mezununun, eğitim almayarak diploma alıp, sonra da işsiz kalmaları gibi. Bir işe yaramayacak yani, boşa harcanmış zaman olacak.




Oysa ki, 2 ay 4 ay gibi bir sürede, bu çocuklara, her türlü şartta hayatta kalma (survival) eğitimi verilse, daha yararlı bir iş yapılmış olmaz mı acaba?



Bilmiyorum, bana eğitim dendiğinde, ben diploma almayı/teskere almayı değil de, elle tutulur bir şeyler öğrenmeyi anlıyorum. Başka türlüsü olunca, zamana, emeğe yazık olmuş gibi hissediyorum.





Şu sıralarda da "Tom Brown's Field Guide - Wilderness Survival" adlı kitabını tekrar karıştırmaya başladım. Size de tavsiye ederim.




(Türkçesi var mı bilmiyorum, "Tom Brown'ın Arazi Rehberi - Vahşi Doğada Hayatta Kalma" diye bakabilirsiniz.)




İnşallah gerek duymayız, ama duysak da duymasak da, insanın kendi ayakları üstünde durabiliyor olması aslında böyle bir şey. Tehdit her ne olursa olsun, onunla başa çıkamıyorsak, hayatta kalmamız çok zor.

Saturday, April 17, 2010

Doğa Duruma El Koyuyor


Değer yargılarının, insanlığın, hoşgörü, anlayış, iyi niyet gibi kavramların yok olup gittiği, bencilliğin, hırsın ve tüketim manyaklığının kol gezdiği, hatta yaşam biçimi haline geldiği bir çağda, çivisi çıkmış bir dünyanın, iyice sarsılmadan yerine oturmayacağı gerçeğini yavaş yavaş görmeye başlıyoruz gibi geliyor bana.



Savaş yıllarında benimsenen "tasarruf etmek" kavramı, "mümkün olduğunca borçlan, harcayabildiğince harca ve tüket, ekonomi büyüsün" şeklinde değişince, beraberinde pekçok "kullan ve at" felsefesi yaratması ve "değer vermemeyi" teşvik etmesi de kaçınılmazdı.


Felaket tellallarının iddia ettiği gibi, 2012'de kıyamet kopacaksa, kopmaya başlamış görünüyor. Yok, iyimserlerin inandığı gibi, "Altın Çağ" başlayacak, hepimiz bilincimizde yükselme yaşayacaksak, silahlar susacak, her yeri sevgi saracaksa; o zaman, gün doğmadan önceki karanlığı yaşamaya başladık herhalde..
Bu güne kadar kendi kendimize yapamadığımızı, bakarsınız, doğanın dayatmasıyla yapar, aydınlanıveririz!

Hani en büyük derdi "kim beş dakika fazla Play Station oynayacak" olan, tüm güçleriyle bunun savaşını veren çocukların, kapıdan içeri "işten çıkartıldım" veya "bütün paramızı kaybettik; ev de gitti" diye giren babalarını gördüklerinde yaşadıkları, "bir anda, büyük derdin ne demek olduğunu anlama" hissi gibi birşey..



21 Mart'ta Eyjafjallajökull'de yanardağ ilk harekete geçtiğinde, bölge, İzlanda'nın "The Land of Fire and Ice/ Ateş ve Buzlar Ülkesi" tanımını yerinde görmek isteyen turistlerin akınına uğramıştı.







Kısa bir zaman sonra ise asıl etkiler çıktı ortaya. Avrupa'daki havaalanları volkanik küller yüzünden birer birer uçuşa kapatılıverdi.




"Beklenmeyen bir şeyler olup da teknoloji servis dışı kalabilir" dendiğinde, "hadi canım, daha neler" diye bıyık altından gülen, "nasıl olacakmış o" diyerek, her şeye bilimsel açıklama bekleyenlere, açıklamayı doğa yaptı.
Bilimin de teknolojinin de eli kolu bağlı kalabileceğini, bir anda çok açık şekilde gözler önüne seriverdi!!


2004 senesinde de konuyla ilgili yazılar yazmış biri olan gazeteci Serdar Turgut, bunun 2012'de dünyaya teğet geçmesi beklenen gizemli gezegen Marduk'la ilgisi olabileceğinden bahsediyor. (Akşam gazetesindeki yazılarını takip edip, neler söyleyeceğini detaylarıyla okumak lazım.)



Burak Eldem de, 2003'te yazdığı "Marduk'la Randevu" kitabında, "Aralık 2012'de hop diye bir değişim olmayacağını, değişimin zaman içinde kendini göstereceğini, hatta göstermeye başladığını" söylüyordu.

O günden bu güne yaşananları düşünürseniz, haklı da çıktı galiba, değil mi?



Depremler, seller, ekonomik krizler...şimdi de volkanik patlamalar, kül bulutları, havalanamayan uçaklar! Taşları yerinden oynatan o kadar çok şey oldu ki aslında... Kim bilir, belki de her şey durulduğunda, taşlar çok daha güzel şekilde yerleşir.

Belki o zaman, beraberce yaşam savaşı vermiş bir insanlık olarak, aslında hepimizin bir olduğumuzu kabullenir, kendi yarattığımız içi boş kavramlar ve değerler için savaşmaktan vazgeçer; doğaya daha saygılı olur; kendi yarattığımız beton hapishanelerin içinde, hep daha fazlası, daha fazlası.. için çalışarak ömrümüzü tüketmeyiz.




Hatta, bakarsınız, plazalardaki penceresiz, havasız, ruhsuz, otoyol manzaralı dairelerin yerine, şöyle yerlerde oturmak zorunda kalırız mecburen....



(Şimdiden niye gitmiyoruz ki acaba????)

.

Friday, April 2, 2010

Aynı Sözler Aynı Bakışlar


Douglas Forbes, İlişkilerin Pin Kodu adlı kitabında, her ilişkide, karşımızdaki kişinin davranış biçimiyle ilgili olarak, bizim de tamamen farklı davranışlar göstereceğimizden bahseder. Bir ilişkisinde çok romantik, çok kıskanç, çok huysuz veya çok kavgacı olan birinin, başka bir ilişki kombinasyonunda hiç de öyle olmayabileceğini anlatır.
Şahsen de tanıştığım Douglas ve çok ilginç bulduğum kitaplarından daha sonra detaylı olarak bahsederim; ama şimdi değinmek istediğim konu tamamen farklı.

Her ilişkisinde farklı biri olmayı bir yana bırakın, her ilişkisini aynı sözlerle, aynı bakışlarla, aynı duygularla yaşayanlar.... ayrı ayrı kadınları, aynı kadınmış gibi sevenler... ayrı ayrı ilişkileri aynı ilişkiymiş gibi yaşayanlar... Ve bu ilişkilerin içindeki kadınlar...

Son günlerde medyada çok söz edildiği için de, affına sığınarak, Tuna Kiremitçi örneğinden yola çıkıyorum... Kendisini tanımam etmem, söylenenlerin gerçek olup olmadığıyla ilgili de en ufak bir fikir sahibi değilim. Kaynak olarak medyayı kullanıyorum, anlayacağınız. Ben onların yalancısıyım.

İclal Aydın’ın, eski eşi Tuna Kiremitçi’ye hitaben yazdığı “Ayar Çekerim Görürsün” adlı köşe yazısı başlattı medyadaki tüm bu tozu dumanı..

İclal Aydın, merhum çellistin müziğini dinlerken çok mutlu olduğunu ifade etmek için, “Jacqueline du Pré’yle çok mutluyuz” diyen Tuna Kiremitçi’nin, yeni sevgilisinden bahsettiğini zannedip, ona “ayar çekerken”, hayatında olan veya olmasını arzu ettiği her kadına aynı cümleleri söylediğinden dem vurmuş; hatta, daha sonra konuyla ilgili bir yazı yazan Ayşe Özyılmazel de “ona söylediği aşk dolu sözcükleri eski sevgililerine de söylemişti bu adam; aynı tonda, aynı frekansta, aynı tatta, aynı aşkla, muhtemelen aynı bakışlarla...” demişti..
Söylenenler doğruysa, acaba adamın duygularıyla en ufak bir teması yok muydu ki, beğenip de ezberlediği, etkili olacağını düşündüğü, hatta - yazar ya o- “kendi” önceden kurguladığı cümleleri, yeri geldikçe kadınlara söyleyip duruyordu?


İnsan, her ilişkisinde, nasıl aynı şeyleri hissedebilir, aynı şeyleri söyleyip, aynı bakışlarla bakabilir ki? Sanki “kadın” başlığı altında olan her kim olursa olsun, hiçbir şey fark etmiyormuş gibi...

Nedenini, niçinini boşverelim şimdi; belki ifade edebileceği “hoş” duyguları yoktur, veya olanları paylaşmaya değer bulmuyordur, karşısındaki kadının daha iyi duygulara layık olduğunu düşünüyor veya abartmak istiyordur, her neyse. Ben asıl şunu merak ediyorum...
Kadınlar bunu gerçekten yiyorlar mı?
Düşünsenize, bahsedilen kadın sayısı bir değil, iki değil...
Çünkü, eğer yiyorlar ve gerçekten de kendilerinin “çok özel, en özel, en bir tane, en..en......” olduklarına inanıyorlarsa, onlar da adamın gözlerinin içine hiç bakmıyorlar demek değil midir bu?



Hani eski Türk filmlerinde, kadın adama, çok ulvi (!) nedenlerle, yalandan “seni sevmiyorum n’Ali, bırak beni” dediğinde, adam “n’ayır, n’inanmıyorum; bunu gözlerime bakarak söyle” diye
cevap verirdi de; kadın da bir türlü gözlerine bakamazdı ya..Hani, arkasını dönüp, buğulu gözlerle camdan dışarıya bakardı ya... O bile bilirdi, gözlerinden her şeyin anlaşılacağını..

Bu durumda, kadınlar da karşısındakinin söylediklerinde içten olup olmadığını anlamıyorlarsa, karşılıklı olarak, bir duygularla temassızlık mı söz konusu acaba?
Belki de bu kadınlar, yalan da olsa, güzel sözler duymayı tercih ediyorlardır.
Belki de adam, Özdemir Asaf’ın şiirindeki “yalanlar istiyorsan, yalanlar söyleyeyim, incinirsin” sözlerini kulaklarına fısıldadığında, “incinmem, hatta çok da hoşuma gider” diye cevap veriyorlardır. Kimbilir!!

Eee, bu durumda, adam da herkese yeni yalanlar uyduramayacağı için, aynı sözlerle idare etmek durumunda kalmaları gayet normal değil mi?..



Bize nasıl davranılmasına izin veriyorsak, öyle davranırlar; böyle de bir gerçek var aslında...
Yalanları yiyorsak, yalan söylerler.
Aldatılmaya göz yumuyorsak, aldatmaya devam ederler.
Bekliyorsak, bekletirler. (Randevusuna geç gelen birini, bir defa beklemeyip, gidin; bakalım bir daha geç geliyor mu? Veya geliyorsa, zaten umurunda değilsiniz demektir; o zaman da, siz hiç gitmeyin; bırakın o beklesin, bekleyebildiği kadar..)





Herkese aynı cümleleri söyleyen, aynı bakışlarla bakan adamlara da, belki kadınlardan biri, inanmayan gözlerle baksa veya gülerek karşılık verseydi, “kulağa ne kadar hoş da gelse, yalanları istemiyorum” diyebilseydi, onlar da durumun saçmalığını anlayacak ve vazgeçeceklerdi bu oyundan.



Gerçek duygular, gerçek sözler, gerçek duyguları yansıtan bakışlar ve güzel bakan insanlar olsun hayatınızda...

Kurgu olacak olduktan sonra, hayal kurarsınız, daha iyi.. Üstelik orada ne istiyorsanız, o olur!!
.

Sağ Beyin Sol Beyin


Sağ Beyin Sol Beyin kullanımıyla ilgili nektarin.com'daki

Dans Eden Kız


yazımdan hoşlananlara daha detaylı bir testim var.



nectarin.com'daki yazıyı isterseniz, o da burada:

nectarin.com'daki yazı

Dans eden kızı sağa veya sola dönerken görmenizi, gazetelerdeki burç sayfaları diye düşünürseniz, bu test de astrolojik haritanız...

Aşağıdaki testte, her sorunun cevabı ayrı ayrı değerlendiriliyor. Bakın bakalım, ne kadar sağ beyinli, ne kadar sol beyinlisiniz.( Her ikisi de s ile başladığı için, sağ beyini A, sol beyini O olarak gösteriyorum.

Başlıyoruz:

1.Başka etken olmadığını varsayarsak, bir sınıfa, sinemaya veya büyük bir salona girdiğinizde, hangi tarafta doğru gitme eğiliminde olursunuz?
a.sağ - A
b.sol - O

2.Girdiğiniz/gireceğiniz sınavlarda hangi tür soruları tercih edersiniz?
a. doğru/yanlış, çoktan seçmeli, eşleştirme - O
b. yazılı cevap, kompozisyon - A

3.Sık sık "içimden böyle yapmak geliyor" hissine kapılır mısınız?
a. evet - A
b. hayır - O

4.İçinizden öyle yapmak geldiğinde, yapar mısınız?
a. evet - A
b. hayır - O

5.Herşeyinizin belli bir yeri var mıdır?
a. evet - O
b. hayır - A

6.Bir dans öğrenirken, sizin için hangisi daha kolaydır?
a.öğretmeni taklit ederek ve müziği hissederek öğrenmek - A
b.hareketlerin sırasını öğrenmek ve kendinize söyleyerek yapmak - O

7.Eşyalarınızın yerini yılda birkaç defa değiştirmeyi mi seversiniz, yoksa aynı düzeni korumayı mı?
a. aynı düzeni korumayı - O
b. değiştirmeyi - A

8.Saate bakmadan, geçen zamanın ne kadar olduğunu aşağı yukarı bilir misiniz?
a. evet - O
b. hayır - A

9.Birbiriyle kıyasladığınızda,sizin için hangisini anlamak daha kolaydır?
a. cebir - O
b. geometri - A

10. Sizin için, insanların yüzlerini mi, yoksa isimlerini mi hatırlamak daha kolaydır?
a. isimlerini - O
b. yüzlerini - A

11. "Okul" denildiğinde, aklınızdan anılarınızla ilgili görüntüler mi geçiyor, yoksa kelimeler/cümleler mi?
a. görüntüler - A
b. kelimeler/cümleler - O

12. Biri sizinle konuşurken, kelimelerin anlamına mı, yoksa o kişinin duygularına ve ses tonuna mi bakarsınız?
a. söylediklerine, kelimelerin anlamına - O
b. duygulara ve ses tonuna, nasıl söylendiğine - A

13. Konuşurken, elinizi kolunuzu az mı, çok mu kullanırsınız?
a. az, nadiren - O
b. çok, çoğunlukla - A

14. Çalışma masanız veya çalışma ortamınız
a. düzenli midir? - O
b. ihtiyaç duyabileceğiniz pekçok şeyle mi doludur? - A

15. Sizin için temel fikirlerle ilgili yazıları okumak mı, yoksa belirli detaylarla ilgili yazıları okumak mı daha kolaydır?
a. temel fikirler - A
b. belirli detaylar - O

16. En iyi dimdik otururken mi, uzanırken mi düşünürsünüz?
a. dimdik otururken - O
b. uzanırken - A

17. Kendinizi mizahi şeyler söylerken veya yaparken mi, mantıklı şeyler söylerken veya yaparken mi daha rahat hissedersiniz?
a. mizahi şeyler -A
b. mantıklı şeyler - O

18. Matemetikte
a. sonuca nasıl ulaştığınızı açıklayabilir misiniz? - O
b. sonucu bulur, fakat nasıl bulduğunuzu açıklayamaz mısınız? - A

19. Herşeyin bir sebebi vardır
a. tabi ki öyle, basit etki-tepki - O
b. evrende tesadüf yoktur, bu satırları okumanız bile tesadüf değildir - A

20. Rüya görür ve hatırlar mısınız?
a. rüya görmem, veya gördüğümü hatırlamam - O
b. berrak rüyalarım vardır ve hepsini hatırlarım - A

Test bu kadar!
Artık, ne kadar sağ beyinli, ne kadar sol beyinli olduğunuzla ilgili bir tereddütünüz kalmamıştır herhalde...

Bu arada, konuyla ilgili aldığım son bilgileri de sizlerle paylaşayım...

Beynimizin sağı ve solu dönüşümlü olarak sorumluluğu yani baskın olma durumunu paylaşıyorlarmış. Bu değişim bazen saniyeler, bazen dakikalar, bazen saatler bazında olabiliyormuş. Yukarıda da gördüğünüz gibi, tamamen sağ beyinli, tamamen sol beyinli olmak diye birşey de yokmuş elbette... Hangisi daha baskın, ancak ona karar verebiliyormuşuz. (Biraz da eğleniyoruz işte!!)

Son bir ipucu daha: O an için beyninizin hangi yanının baskın durumda olduğunu anlamak istiyorsanız, burnunuzdan derin bir nefes alın. Hava, burun deliklerinizin birinden daha rahat geçecektir. Sağ delikten rahat geçiyorsa - sağ burun deliğiniz beyninizin sol yarıküresine bağlı olduğu için- sol beyniniz kontrolde demektir. Soldan daha rahat geçiyorsa, tam tersi..Kolaymış, değil mi?

Yogilerin, sol burun deliklerini açık tutmak ve böylece sağ beyinlerinin idaresinde kalarak, daha sakin ve sezgisel olabilmek için egzersizler geliştirdikleri bile söyleniyor..


Sunday, March 28, 2010

KOLAY MI OLSUN? BUYRUN...




Peki bunu çözün:

1=5
2=25
3=125
4=625
5=?



Daha renkli birşey mi olsun?
Bu nasıl?



Serinin devamında aşağıdakilerden hangisi olacak?



Ama bunlar da çok kolaydı.
Cevapları istiyor musunuz?

Peki...
Birincinin cevabı tabi ki 5=1
Zaten söylemişti öyle olduğunu... 1=5 ten ne anladınız ki???

İkincinin cevabı:



Diagonal çizgilerin oluşturduğu sayıları gerçekten de göremediniz mi??
Aklınız başka yerde galiba sizin..Kolay dedim diye dikkatinizi vermediniz tabi :-)
.

Lateral Thinking


Tek çöpü oynatarak eşitliği sağlayın.

'80 civarındaki yıllarda kolej sınavlarına girdiyseniz, ve hatta kazandıysanız; aşağıdaki soruların cevaplarını bakar bakmaz göreceksiniz, emin olun.

Biz o dönemin çocukları, üniversiteye bile ağırlıklı olarak Genel Yetenek sorularını cevaplayarak girmiştik. Güzel günlerdi onlar!! Şimdiki sınav sisteminin ezbere dayalı halini gördükçe içim sızlıyor.
Bir çocuğun ömrünün en güzel yıllarını, odasına kapanıp saatlerce hiç ilgisini çekmeyen şeyleri ezberleyerek geçirmesi, geri kalanında da okulla dershane arasında mekik dokuması, o çocuğu nasıl oluyor da "başarılı çocuk" yapıyor ve istediği üniversiteye girmesini sağlıyor, benim aklım hiç almış değil.

Oysa ki, düşünmeyi teşvik eden Genel Yetenek sorularının, hem çalışması keyifliydi - ki bu da çocukların ders çalışmaktan nefret etmesini engellerdi - hem de hayat boyu işe yarayacak düşünce becerileri vermek gibi bir yararı vardı.

Her neyse, hazırsanız, işte size lateral thinking'le; yani alışılmışın dışında,farklı bir biçimde bakarak çözebileceğiniz sorular. Maalesef sadece ingilizce bilenler için...

Çevirmeya kalksam, ortada soru diye birşey kalmayacağı için, teşebbüs bile etmedim.

Başlayın bakalım..



1.

man
------------
board


Bunun cevabını vereyim.. Böylece, diğerlerine nasıl yaklaşacağınızı görmüş olun..
Cevap: man overboard....


2.

stand
------------
i


3.

/r/e/a/d/i/n/ g/



4.

r
road
a
d


5.

cycle
cycle
cycle




6.

0
------------
M.D.
Ph.D.



7.

ground
------------------
feet feet feet feet feet feet



8.

he's X himself


9.

death ...... life


10.

THINK


11.

abababababababababa babababababababa babab...



Cevapları mı arıyorsunuz?
Yan tarafa bir yere koyuyorum!!!




Bu arada kibrit çöpü eşitliğini de tek bir çöp oynatarak doğru bir hale getiremediyseniz; onun cevabı da yanda....
.

Thursday, March 18, 2010

Korsan Kitaplar



İstanbul ve dokuz ayrı ilde yakalanan 3 milyon korsan kitap, maddi gücü olmayan köy okullarına dağıtılması "Telif Hakları Yasası"na uymayacağı için imha edilmek üzere.


Hiç mi esnek davranamaz şu "resmi merciler"???
Ne yapacaklarmış?
Yakalanan kitapları kağıt fabrikalarına gönderip, sonra da yeniden yasal kitap olarak basılmalarını sağlayacaklarmış...
Çöpe atmıyoruz, dönüştürüyoruz demeye getiriyorlar..
Neyi atmıyorlar çöpe? Sadece işin kağıt bölümünü!!



Sadece kağıt mıdır kitaba harcanan malzeme?
Matbaalar boya kullanmaz mı? Elektrik kullanmaz mı?







Cilt yapmak için tutkal, bazen de kitabın tipine göre iplik kullanmaz mı?



İş gücü kullanmaz mı?
Çok mu zordur bu kitapları bu haliyle değerlendirmek için bir yöntem bulmak?
Çok mu zordur, yazara %5 mi, 7 mi, her neyse telif hakkını ödemek ve bu kitapları yasal hale getirmek?
Üstelik baskı ve kağıt masrafı da "korsan"dan çıkmışken!!!



"Yassah kardeşim!" demek kolay.
Marifet işe yaramak.
Bağcıyı herkes döver; sen üzüm yiyebiliyor musun, ondan haber ver!


Okumak isteyen şu çocuklara kitap verebiliyor musun?

Veremiyorsan, onun adı iş yapmak olmaz...
İşe yaramak hiç olmaz....
.

Tuesday, March 9, 2010

Hepimiz Rus Ruleti Oynuyoruz



Farkında olsak da olmasak da, her anımız Rus Ruleti!!

Orijinalinde bir silah, bir kurşun ve altı delik varken, bizim "oyunda" görünmeyen bir silah, yine bir kurşun ve yüzlerce - belki de binlerce - delik var..



Önce silahın çekildiğinin bile farkına varmadan yaşıyoruz; hatta kimimiz kurşun deliğe denk gelip, ölene kadar da varmıyor hiçbir şeyin farkına..

Sonra kimimiz silahı fark ettiğimizde, bir zaman temkinli oluyoruz belki, ama on onbeş seferde de kurşun isabet etmezse, yavaş yavaş, silah da kurşun da çıkıyor aklımızdan.

Şanslıysak uzun bir zaman kurşun denk gelmiyor; denk gelenler için de "ne şanssızmış" deyip geçiyoruz..



Oysa ki risk almak denilen şeyle, aptallık arasında çok büyük fark var.





Bir akşam yemeğine harcayacağınız parayı kumarda kaybetmek ve kaybederken de keyifli vakit geçirmek çok da kötü bir şey olmayabilir.
Tüm malınızı mülkünüzü masaya koyup kaybetmek, üstelik borca da girmekse aptallıktır!

Risk almak, yüksek bir getiri için, sahip olunan bazı şeyleri kaybetmeyi göze almaktır olsa olsa.. Olmadan da yapabileceğimiz şeyleri... Elzem olmayan şeyleri...
Ve belki de kaybettiğimizde, nasıl bir hayatımız olacağını düşündükten sonra verilecek bir karardır, riski almak veya almamak..



Oysa, her an farkında olmadan hayatımız pahasına oynadığımız kumarda, ne kayda değer bir getiri var, ne de biz risklerin farkındayız.


Trafikte emniyet şeridinden gelip önümüze geçmeye kalkan adama yol vermeyerek hakkımızı koruduğumuzu düşünürken, adam o "kurşunun denk geldiği delik" çıktı mıydı, ya burnumuza yiyoruz yumruğu, ya da geride kalanlar bizim helvamızı yiyor...

Benim gibi, üçüncü sayfa haberlerini es geçenlerden değilseniz, okumuşsunuzdur pek çok defa buna benzer olayları... Ama "bize olmaz" sanırız nedense.. Bütün kumarbazlar, borsa yatırımcıları ve karar verme konumundaki üst düzey yöneticiler gibi.. "Bize olmaz!"

Niye????

Bu yaklaşım bana, yıllar önce televizyon için hazırlanan bir mizansende, AIDS'li olduğunu söyleyen hayat kadınlarını "bana bir şey olmaz" diyerek arabasına alan adamları hatırlatıyor...

Niye olmasın??? Bir kurşun var işte bir yerde, herkese denk gelebilir!!

Trafikteki adamı boşverdik, insanın başını belaya sokmasına değmez...
Peki, şehirlerarası yoldaki trafik canavarı?
Karşı şeritten gelen her şoför oymuş gibi düşün!
İşinin ehli olmayan/çıkarcı doktor, mekanik, eğitmen, yaşam koçu, şifacı, kaptan, makinist.....?
Hepsine "deliğe denk gelen kurşun" muamelesi yapacaksın, çare yok.. Elinden gelen önlemi alacaksın, sonrası Allaha emanet!

Bunlar beni çok fena aştı! Çıkamadım valla işin içinden..

En kolayı ticari kararlar vermek durumundaki yöneticinin işi, borsada çok yükseleceğiyle ilgili duyumlar aldığı hisse senedine, temkinli davranıp, kaybetmeye gücünün yettiği bir meblağı koydu mu, kurşun ona isabet etmez.. Üstelik, kazandı mı da sıkı kazanır. Yatırım kararları, ödeme/ödememe kararları... Temkinli oldun mu sorun yok!

Asıl çözemediğim konu, karşıdan karşıya geçerken, kırmızıda durmamaya karar veren manyak "kurşun"a ne yapacağımız!!




Cem Yılmaz'in dediği gibi "eğitim şart!" deyip geçelim mi yani?