Friday, July 8, 2022

Olumluya Odaklanınca Her Şey Olumluya Döner




Bardağın boş yanı mı, dolu yanı mı, yoksa bardağın doldurulabilir olması mı? 

Bugün size Pranik Şifa hocam sevgili Zeynep hanımın paylaşımı çok güzel olumlamalarla geldim.

Sahip olduğumuz diğer şeyler gibi sağlığımıza şükretmek de sağlıklı yaşamaya devam etmemiz için çok güzel bir başlangıç olur.

Aşağıdaki niyeti hissederek okumaya çalışın. Hepsini bir defada okumak zorunda değilsiniz. Hangi duyguların hangi organlarınızı etkilediğinin de farkına varmış olacaksınız bu şekilde.

Tuesday, February 5, 2013

Sağ Beyin Sol Beyin Testi


Mantıklı mısınız, duygusal mı? Gerçekçi misiniz, hayalperest mi? İşte size eğlenceli bir şekilde beyninizin ağırlıklı olarak hangi bölümünü kullandığınızı, dolayısıyla düşünce ve davranış biçiminizi öğrenme şansı.

Ne işime yarar demeyin; bakarsınız neden "böyle" olduğunuzu, bazı şeyleri neden "öyle" yaptığınızı daha iyi anlarsınız; kendinizi, annenizi, babanızı, eşinizi, çocuğunuzu daha kolay değerlendirirsiniz; doğru hobileri, doğru meslekleri seçer, daha mutlu, daha başarılı olursunuz..
Hiçbir şey olmasa, ele güne karşı da iyi mazeret olur. "Ben sağ beyinliyim, risk almak doğamda var" veya "Tabi ki mantıklı olmalı, her sol beyinli bunu bekler.." gibi..

Topu topu bir iki dakika sürecek.. Haydi deneyin....

Tüm yapacağınız, aşağıdaki linki tıklayarak, dans eden kadının saat yönünde mi, yoksa saat yönünün tersine mi döndüğünü söylemek.

Dans Eden Kadın

Friday, January 25, 2013

Yoksa Bilgisayar Oyunu Karakteri Miyiz?




Star Trek, bizdeki adıyla Uzay Yolu'ndan beri bilimkurgu diye izlediğimiz çoğu durumun, üzerinden biraz zaman geçtiğinde gerçek olduğunun farkındasınız, değil mi?


Kaptan Kirk'ün cebinden çıkarttığı kapaklı telefonlar demode bile oldu.
Kendi kendine açılan kapanan kapılar Migros'ta bile var.
Bir yapılmadık ışınlanma kaldı ki, o da muhtemelen yapılmıştır da, telekulaktı, şuydu buydu derken özel hayat diye bir şey zaten kalmadı, "Milleti iyice zıvanadan çıkartmayalım," diye açık etmiyorlardır.



Matrix de farkındalık arttırmakla ilgili çok işler başarmış bir üçleme.
Neo, Trinity ve Morpheus pek çok şey anlatıyorlar bize.
Kahin ve Mr.Smith de tabi.

The Matrix 101


Kırmızı hap mı mavi hap mı, siz karar verdiniz mi?

Monday, January 7, 2013

Haydi Risotto Yapalım


Divan Oteli'nde Executive Chef Giancarlo Gottardo ile beş çeşit risotto yapıp, bir de üstelik yeme fikri güzel gelince, yolum Elmadağ Divan Otel'e düştü. 
Çocukluğumun geçtiği Dağcılık Kulübü ve Kup Denmark yemek için tenis antrenmanlarından kaçıp geldiğimiz Divan Oteli, her ne kadar inşaat sahasının ortasında kalmış olsa da, metro kullanarak ulaşım çok pratikti.

Friday, December 7, 2012

21.12.2012 Bence Güzel Bir Tarih


21.12.2012. Sizce de güzel bir tarih değil mi?
Belki de öyle bir günde ve öyle bir yılda doğduğum için, ben içinde 2 geçen günleri ve yılları çok severim.
Dolayısıyla bu tarihi de çok sevdim.
Mayaların takvimi bu tarihte bitiyormuş! Eee, Mayaların takvimi hangi tarihte başlıyor ve ne kadar sürüyor, buna baktık mi? Yok!
"7 Şubat'a kadar elektrik olmayacak, güneş doğmayacak, elinizi bile göremeyeceksiniz; aman korkmayın," diyen mailler dolaşıyor ortalıkta. Bir haftalık hava raporunu bile üç defa revize eden bir sistemde, birilerinin elinde bu kadar kesin bir foton kuşağı - manyetik geçiş, ya da her neyse- etkisi öngörmek için mevcut bir teknoloji varsa, zaten 22 Aralık'ta fahiş fiyatlarla sunulacak çareleri de üretmişlerdir çoktan. O yüzden, telaşa kapılmayın derim.
Her ne kadar ihtimal vermese de, insan Milli Piyango çıkarsa ne yapacağını hayal ettiği gibi, elektrik olmazsa ne yapacağını da düşünmeden edemiyor. Ki, elektriksiz kalmak için 3600 yıllık yoldan Marduk gezegeninin gelmesine gerek yok, Sandy kasırgasının bir tur da bu taraftan atması bile yeterlidir aslında.

Wednesday, December 5, 2012

Anneler ve Yavruları


Selçuk Erdem’in bu muhteşem karikatürünü görünce, çok gülmenin yanı sıra “Ben bu anneyi çok iyi anlıyorum,” dedim utanarak.
Anladım da taa içimden. Hatta “Ben de yapabilirmişim gibi geldi,” dedim eşime dostuma; ve onlar da “Aa ne ayıp,” demediler emin olun. “Biz de yapabilirdik, ne var bunda, annelik böyle bir şey işte,” dediler.

Monday, December 3, 2012

RICOTTA DA YAPMADIM DEMİYEYİM


En son seyahatimde peynir kalıpları almıştım. Bir gün peynir yapmak isterim diye düşünmüş olmalıyım. Veya kolay kolay bulamam bir daha, bulmuşken alayım bari de demiş olmam mümkündür.

Her hafta taze süt aldığım Aysun hanımdan, bu hafta mozzarella yaptıklarını ama maalesef tükendiğini, isteyenler için peynir altı suyu (whey) gönderebileceğini söyleyen bir mesaj geldi. Peynir altı suyunun sağlık açısından çok değerli olduğunu biliyordum. Ekmek ve poğaçalara katılabiliyormuş. Eh peki, ekmek de poğaça da yapıyorum, isteyeyim bari dedim. Bir litre istedim. Beş litre geldi.

Monday, November 12, 2012

BAHÇIVANLIK ZAMANI



Şehirden uzaklaşıp daha huzurlu bir yaşam hayalimi şöyle ifade ediyorum uzun zamandır. "Gider bir yerlerde bahçeli bir ev alır, maydanoz yetiştiririm". En kolay o yetişiyor ya.
Bahar gelip de balkonumdaki çiçekler açtığında da, yüzümde bir gülümsemeyle, gelip geçip onlara bakmaktan alamıyorum kendimi.
Ben bu işi seviyorum anlaşılan.
Dedim... Ve bahçıvanlık konusunda biraz daha bilgi sahibi olmak için, ikinci defa kendimi bir bahçıvanlık kursuna yazdırdım. Birincisinden sonra balkonumdaki güllerden başlayıp, begonvillerden çıkarak her şeyi budamıştım. Bakalım bu defa neler olacak.

Elime yeni geçmiş pembe domates tohumları vardı. Onları ekmek için "Tohum ekimi" dersini bekledim.
İşte tohum ekimi dersinde yaptıklarımız:

Wednesday, November 7, 2012

Bakışınızı Değiştirdiğinizde, Baktığınız Şeyler de, Hayatınız da Değişir


Siz ne görüyorsunuz?

Acaba ne gördüğünüz, bugünkü ruh halinizi yansıtıyor olabilir mi? Veya genel ruh halinizi?

Ben ilk bakışta güzel, minyon yüzlü genç kadını gördüm. Sonra çok zorlayınca koca burunlu, çirkin bir kadın da görünür oldu.

Saturday, September 15, 2012

Kadınlar Ne İster


"Sevinçten havalara uçtum" diye başlasanız konuşmanın devamı nasıl gelirdi?

Güler Sabancı'nın dünyadaki en güçlü 6. kadın olduğuyla ilgili haberi okuyup, bunu hiç de özenilesi bir hal olarak görmediğimi fark edince düşünme ihtiyacı duydum.

Prenses Diana'nın düğününü canlı izlediğim, o çok genç yaşımda da "yazık kızcağıza, başına ne geldiğini bilmiyor" dediğimi hatırlarım. Her ne kadar benim "başına gelecekler" listemde gerçekten başına gelenler kadar korkunç şeyler yoktuysa da, kraliçeden bir kayınvalide, protokole uygun yaşam, protokole uygun giyim, protokole uygun konuşma biçimi, katılınması gerekecek geziler, davetler, toplantılar bile yeteri kadar iç kapatıcıydı.



Aşağıdaki resim çok daha özenilesi mesela, benim için.

                                     

Rengi aşağı yukarı tutturmuşluğum vardır; yapı olarak da öyle kollarım olduğu zamanlar olmuştu.


Peki ne?
Meşhur "kadınlar ne ister" sorusunun cevabının halen bulunamamış olmasının sebebi, belki de her kadının farklı farklı şeyler istiyor olması olabilir mi, o zaman ?!
Pek çok genç kız prenses olmak ister.
(Genelde hayallerdeki prens, Charles'dan çok William benzeri bir prenstir, o ayrı.)
Pek çok kadın zengin olmak ister.
(Genelde zengin koca olarak geçer bu da.)
Pek çok kadın güzel olmak ister.
(Hmm, bunu hepsi ister galiba.)
Pek çok kadın anne olmak ister.
Bir kısım kadın güçlü olmak da ister.
(Başarılı iş kadınlarının yanı sıra, hanım ağalar geldi gözümün önüne; ve karikatürize kılıbık erkeklerin eşleri.)

Baştaki sorumuza dönersek:

"Sevinçten havalara uçtum" diye başlasanız konuşmanın devamı nasıl gelirdi?


Wednesday, September 5, 2012

Medenileşmek İyi Bir Şey Mi?



Doktor randevum için her zamanki gibi erken erken yola çıkmıştım. Trafiğin de şakacılığı tutup hiç tıkanmayınca, olmam gereken yere bir saat erken vardım. Bir cafe'de oturup bekleyeyim dedim. Yalnız başıma olunca, eskiden bir sigara yakar, etrafa bakardım. Sigaradan vazgeçeli çok oldu; sigara olmayınca, oyalanmak için ya kitap, ya telefon. Yanımda kitap yoktu. Facebook'tan gönderdikleri oyun taleplerine yüz vermediğim arkadaşlarım da bilirler, oyun oynamayı sevmem. Açtım, telefonumda kayıtlı olan sesli kitaplardan rastgele birini seçtim. Minik kulaklığımı takıp, kahvemin yanında etrafa da bakına bakına dinlemeye başladım. Bir cümle dikkatimi fazlaca çekti.
"İnsanlar sonunda medenileşmekten ölecekler!"
Tam da hissettiğim şeyle klik etti. Sanki ben düşünüyormuşum, ben söylemişim gibi oldu.
Şifanın gelişimi olarak orada burada karşımıza çıkan şu trajikomik alıntıyı bilirsiniz:

M.Ö 2000  - Al, bu kökü ye.
M.S 1000  - O kök dinsizlerin icadı. Bu duayı oku.
M.S 1850  - O dua batıl inanç. Al, bu iksiri iç.
M.S 1940  - O iksir yılan yağı. Al, bu hapı yut.
M.S 1985  - O hap etkisiz. Bu antibiyotiği al.
M.S 2000  - O antibiyotik artık işe yaramıyor. Al, bu kökü ye!


             

Bence de yanlış yöne doğru gidiyoruz. Portakal var, hazır kutuda portakal suyu alıyoruz. Raf ömrü 6 ay, içindeki koruyucu kimyasal miktarını, Allah bilir. Domatesimiz her sene bir sürü tohum veriyor, onu kısırlaştırıp, genetiğiyle oynanmış tohum ithal ediyoruz. Tadı olmayan, şekli süper domatesler yiyoruz. Her köşede enginarcı varken, enginar hapı, sağımız solumuz, mandalina, portakal, limonken, daha etkili diye eczaneden C vitamini alıyor, hatta bağışıklık sistemimiz iyice çöksün diye grip aşısı bile oluyoruz. (Ben hiç olmadım.)

Medenileştikçe daha çok işimiz, daha az vaktimiz var. Bu da garip.
Her işimizi oturduğumuz yerden yapabiliyoruz, nereye gidiyor o artan zamanlar çok merak ediyorum?
Paralel evrenlere kaçıyor herhalde!
Orada çok mutlu yaşayan vahşi insanlar olduğundan kuşkulanmıyor değilim. Gidip bir bakacağım. 😀
Bu arada, değer yargılarımızı da, bir gözden geçirsek mi acaba?



 Okullarda yanlış şeyler öğrettiklerinden neredeyse emin olmaya başladım. Geçenlerde bir okul arkadaşım
- "Sen nasıl böyle oldun, bize okulda, hırslı ve başarılı olmak öğretildiydi" dedi.
- "Ben pek dinlememişim demek ki.." dedim ben de.
İyi ki, dinlememişim. "Başarı" bana sadece iş hayatını çağrıştırmıyor diyemedim.



Okullarda ne öğretiliyor ve neden  diye düşünmenin zamanı da geldi belki de. İş hayatına eleman yetiştiriliyor desek, o da olmamış, olsa bu kadar okumuş işsiz olmazdı. Keşke doğamızı yaşamayı öğretseler. Veya ellemeseler ve biz zaten doğamızı yaşasak! İlla ki bir şey öğretilecekse, niye müzik ve sanat, matematik ve fizik kadar önemli bulunup daha detaylı öğretilmiyor mesela? Ben hiç beni mutlu eden bir integral hatırlamıyorum; pek çok roman, film ve şarkı etmiştir halbuki. Mutlu olmak diye bir kavrama rastladınız mı hiç eğitim sistemimizde? Ya da insanlarla iyi ilişkiler kurmak? Üniversitede var. Halkla İlişkiler. Aynı şey değil, o halkı kandırıp/ikna edip para harcatmak için😔

Çok uzattım. Kaptırdım, gittim. Doktoru beklerken bunlar geçti işte aklımdan. Sonra MR çektirdim. Gayet iyi niyetle "n'aptınız siz, omurga zedelenmesi ve ödeminiz var" diyen teknisyenle, nöroloğumu görmem arasında geçen kabus gibi bir yarım saatten sonra, eski fıtıklarımın biraz azdığını, merak edilecek bir şey olmadığını, yüzmenin iyi geleceğini öğrenip rahatladım.
Şimdi yüzmeye gidiyorum. Size iyi çalışmalar.



Tuesday, June 19, 2012

BAŞARI DEDİĞİNİZ NEDİR ASLINDA?

*Her başarılı erkeğin arkasında, ona YETERİNCE başarılı olmadığını söyleyen bir kadın vardır..

Çok parası olan daha rahat yaşar; doğrudur.
İyi bir işi olan daha çok itibar görür; doğrudur.
İyi okulda okuyan daha fazla imkana sahiptir; bu da doğrudur.
Başarı nedir öyleyse??
Bunlara sahip olmak mı?
İyi okullarda okumak mı?
Derslerden iyi notlar almak mı?
Üniversite sınavında iyi puan tutturmak mı?
Okulu/okulları dereceyle bitirmek mi?
İyi bir işe girmek mi?
O işte çok çalışıp,çok ilerlemek mi?
Çok para kazanmak mı?
Bunları istemiyorsanız, baştan başarısız etiketinizi alıp, öyle mi devam ediyorsunuz hayata?
Bugün bir magazin köşe yazısında "başarının gerçek karşılığı hangisi, para mı, huzur mu?" diye bir soru dikkatimi çekti.
Belki "İkisi de"!
Belki "İkisi de değil"!
Bana sorsanız, ben "memnuniyet" derdim.



Bu çocuk size - her ne yaptıysa - başarılı olmuş gibi görünmüyor mu?
Benim için başarı da, tıpkı mutluluk gibi, gülümsenebilen anların toplamıdır. Bu anlar çoksa, çok başarılıyım derim; azsa az başarılıyım. Hiç gülümseyemediysem? Öldüm herhalde.

Aklımdan geçen son bir şey daha:

Bir şeyi yeterince istersek başarırız. 

Başaramamış görünenlere bir bakın. Farkında olarak veya olmayarak, başkalarının istediğini yapmaya çalışanlar değil mi onlar?
İnanmıyorsanız, sessizce sorun kendinize:




- Kilo vermek yerine pasta, börek, dondurmayı seçen siz değil misiniz?



- Sınava çalışmak yerine, Play Station oynayan kim?



- Tatile gitmek yerine, paraların bankada kalmasına kim karar verdi?

- Veya daha çok kazanmak için daha çok çalışmaya?



Ah, şapkam hamakta kalmış.

Herkese gönlünce başarılı bir yaşam dilerim. Yüzünüz hep gülsün.


Friday, December 3, 2010

Çocuğuma Nasihatler 3


Birinin Keyfini Kaçırmak Hiç Zor Değil
Şu anda ilk karşıma çıkan kişinin keyfini 2 dakikada kaçırabileceğime bahse girerim. Sen de kaçırabilirsin. Herkes kaçırabilir.(Kaçırıyorlar da.) Zor bir şey değil ki. Marifet hiç değil.




Kötü bir bakış, kötü bir söz, bir hakaret, bir küfür, bir acımasız şaka. Hele yakından tanıyorsan ve acıtacak yeri biliyorsan. Zor bir şey mi? Eminim herkes becerebilir.








Bir bebeği düşün, çek al elinden oyuncağını ağlasın, garip sesler çıkart, komik mimikler yap gülsün.






Bırakalım bebeği bir yana,herkesi gülümsetebilmek çok kolay değil midir? Güzel bir bakış, tatlı bir söz, bir kompliman, bir gülümseme, tatlı bir şaka, muzip bir göz kırpma. Bunu da herkes becerebilir. (Göz kırpmayı bilmeyenler, öpücük göndersin artık 😅




Tamamen seçim meselesi. Bulunduğun yere neşe, keyif, mutluluk mu saçmak istiyorsun, yoksa gücünü gösterip herkese haddini bildirmek, duracağı yeri öğretmek ve sana saygı göstermelerini sağlamak, sağladığını "sanmak" mı??
Diğer bir deyişle, mutlu olmayı mı seçiyorsun, haklı olmayı mı?
Şu hayat o kadar kısa ki, haklıysan da, bırak başkaları bilmeyiversin, anlamayıversin bunu; sen biliyorsun ya, yeter de artar bile.






Takma kafana saçma sapan şeyleri. Her anı gülümseyerek, gülümseterek, gülerek, güldürerek, hatta kahkaha atarak, attırarak geçirmenin zevkine bir varsan.



İşte o zaman. Olumsuz bir şey bulmak için fıldır fıldır bakan o gözlerini, eğlenecek bir şeyler bulmak için kullanır, kızmak için her fırsatı değerlendirmek yerine, gülmek için fırsat yaratırsın.

Wednesday, October 27, 2010

ÇOCUĞUMA NASİHATLER 2






“Aynı yoldan gidersen, aynı yere varırsın!”






Yol özürlü olan benim; ama ben bile bir defa girdiğim çıkmaz sokağa bir daha girmiyorum. (Veya en fazla bir defa daha giriyorum, ama iki değil. 😊

Yol bulma konusunda bir sorun yaşayacağını sanmıyorum, tabi ki, çocuğum. Yaşasan bile, navigasyon cihazları, akıllı telefonlar, şunlar bunlar, nasılsa bir yolunu bulursun. Yolunu da bulursun. En fazla biraz zaman kaybedersin.

Benim bahsettiğim yol hayattaki yollarla ilgili. Orada kaybedilecek zamanla ilgili. Kaybedilecek fırsatlarla ilgili.
Yanlış anlama beni, hayatta hangi yolu seçeceğine karışacak değilim; bahsettiğim yol o yol değil; hangi yolu seçersen seç, o senin bileceğin iş.

Yol derken, daha çok "yöntem", "davranış biçimi", "tavır" benim bahsettiğim.
Hayattaki hedeflerine varmak için kullandığın/kullanacağın yollar.
Hedef deyince, bundan "hayat amacın", "iş hedefin" gibi büyük hedefler anlama.

Ismarladığın oyunun, satıcı yarın teslim edeceğini söylerken, bugün eline geçmesini sağlamak da bir hedeftir. Bunun için 12 yaşındayken belki yalvarmışsındır; 15'de belki terslenmişsindir; 18'de tüketici haklarından, mahkemeye vermekten falan bahsetmişsindir. Büyük ihtimalle hiçbirinde de oyuna o gün sahip olamamışsındır.

Ben de diyorum ki "aynı yoldan gidersen aynı yere varırsın".

Hedef oyunu o gün oynamaksa, ya satıcıyı ikna edecek başka bir yol bulacaksın - dikkat et, ikna edecek dedim, kavga edecek, sinirlendirecek demedim - ve oyunu sana o gün ulaştırmasını sağlayacaksın. Ya da. Tabi ki, hedefi şaşırmazsan başka yollar da mutlaka vardır.



Bir düşün bakalım.
Hedef ne?
O oyuna o gün sahip olmak mi?
O oyunu o gün oynamak mı??


(Satıcıyla kapışmak olmadığını varsayıyorum. Bağcıyı dövmeye değil, üzüm yemeye geldik.)
Büyük ihtimalle, o oyunu o gün oynamaktır.
O zaman, alternatiflere bakalım. Olmayana değil, olana odaklanalım.
Oyun başka kimde var?
Belki de kimsede yoktur. Bilmiyorum.
Varsa gider onunla oynarsın. Veya. Sen bul alternatifleri.

Ben alternatiflere açık ol diyorum. Çözüm bulmuyorum.
Kilitli kalmış kapıyı açmak için uğraşırken, başka bir açık kapı veya pencere var mı diye de bir bak diyorum. Amacın dışarı çıkmak olduğunu unutup, kapıyı açmak olduğunu zannetme diyorum.

İşte özetle benim tavsiyem - nasihatım:

- Asıl hedefi şaşırma.Hatta arada sırada bunu kendine sor.
- Egona yenilip, birileriyle kavga etmeye, haklı çıkmaya uğraşma.
- Kafanı birileriyle tartışmaya, o tartışmada haklı çıkmaya yoracağına, alternatif çözümler bulmaya yor.
- Denediğin ve sonuç vermemiş, kötü sonuç vermiş veya bir işe yaramamış davranışlarda ısrar etme, bunları hatırlamayı ve onlardan vazgeçmeyi bil.

Oyun dedim değil mi? En çok ilgini o çeker diye öyle dedim.

Eşinle, sevgilinle, annenle, babanla, öğretmeninle, patronunla, hatta çocuğunla yaşayacağın her türlü sorunda, davranış biçimi olarak kullanmayı dene bunu. Bence işine yarar.
Unutma "aynı yoldan gidersen, aynı yere varırsın".

Tuesday, October 19, 2010

ÇOCUĞUMA NASİHATLER 1



Hani bilgeye sormuşlar,
- "Verdiğiniz onca doğru kararı neye borçlusunuz?" diye.
- "Tecrübelerime" demiş.
- "Tecrübelerinizi neye borçlusunuz?" diye sormuşlar.
- "Yanlış kararlarıma" demiş.



İnsan, doğrusu öyle bile olsa, kendi çocuğunun acı çekerek, canı yanarak dersler almasına razı olamıyor. "Bak benim elim yandı, sen elini ateşe sürme" demek istiyor.

Başlık için "nasihat" kelimesini özellikle seçtim. Tavsiyeler aynı duyguyu vermeyecekti. Yaşanmışlıktan geriye kalanlar olsun istedim; nasihat daha eski kelime ya, daha bilgelik içerir gibi geldi nedense. Babam nasihat derdi her zaman, belki onu anımsattığı için de hoşuma gitmiş olabilir. Biz babamla çok sohbet ederdik - hatta tartışırdık -, o sohbetlerden geriye ne çok şey kalmış, şimdi onun yokluğunda, yaşadıkça daha iyi görüyorum. (Benden de geriye bir şeyler kalsın bari. Belki ben yokken, lazım olur.)

Bizim çocuklarımız bizimle sohbet etmeye fazla zaman ayıramıyorlar. Onlar bizim onların yaşındayken olduğumuzdan daha meşguller. Onların cep telefonları var, PlayStation'ları var, 1000 kanal televizyonları var. Bizim yoktu. Biz ya dışardaydık, ya da evde. Dışardaysak, arkadaşlarımızlaydık. Evdeysek, müsaittik!

Her neyse. Bugünkü ruh halime göre ilk tavsiyem:

"HİÇBİR ŞEYİ GEREĞİNDEN FAZLA CİDDİYE ALMA, KEYFİNİ KAÇIRMA"



İnsan bunu gerçekten ciddi sıkıntılar, zorluklar veya kayıplar yaşadığında tam olarak anlayabiliyor ancak. O sıkıntıları çekmeyi bekleme çocuğum, söylüyorum işte, bir de böylesini dene.


Hayatında çok önemli değişiklik yaratmayan, küçük rahatsızlıkları, kolaylıkla görmemiş gibi yapabilirsin.

Al sana örnek:

Trafikte önündeki aracın ağırdan alması yüzünden, kırmızı ışığa mı takıldın.(En uzun yananı 90 saniye falan yanıyor!!!) Hiç umursama. Uçağın 90 saniye rötar yaptığında umursuyor musun? Etrafına bakın - belki çok da ilginç bir şey yakalarsın - ıslık çal, şarkı söyle. 90 saniye için sinirlenmeye, keyfini kaçırmaya değer mi?

Bir yere gidecektin de gidemiyor musun?? Gitme. Çok mu önemli? Başka yere git, belki orada daha çok eğlenirsin.

Her şeyin mutlaka bir de iyi yanı vardır, onu gördün mü, neşen hiçbir zaman kaçmaz.
Esnek oldun mu, her şeyden zevk alırsın. Takıntılıysan, her zaman üzülecek bir şey bulursun kendine.

İlk tavsiyem buydu. Zaten hayattaki bütün tavsiyelerim, neşeli olmak, neşeli kalmak ve etrafa neşe saçmakla ilgili olacaktır eminim. Galiba benim hayat amacım o!!! Umarım giderken bile herkes neşeyle yolcu eder beni.

Son sözüm: Neşeli olmak herkese yakışır. Bana inanmıyorsan, resimlerine bak.

Wednesday, October 6, 2010

Asidik beslenerek "cool" olmak


İnsan "A Guide to Memory Increase/ Hafıza Kuvvetlendirme Rehberi" adında bir kitap okurken, öfkeye sebep olan yiyeceklerle ilgili bilgilerle karşılaşmayı beklemiyor, doğal olarak.

Son günlerde - ki bu günler, bir elin parmaklarıyla sayılabilecek sayıdan çok, bir takvimin sayfalarıyla sayılabilir miktardalar-, dikkatim mi dağınık, yaşım mı ilerledi veya adını söylemek istemediğim bir rahatsızlığım mı var acaba diye düşünür olmuştum. Bora Jet'in neredeyse bir otobüs büyüklüğündeki sempatik ama tedirgin edici uçağında, hiç alışık olmadığım bir fobi oluşturmak üzereyken, kendimi oyalamak üzere göz attığım e-kitapta karşıma çıktı bu konu. Çevremde birkaç öfkeli eleman mevcut olduğundan, pek de ilgimi çekti ve kendi hafıza sorunumu ve bu kitabın içinde bu konunun ne işi olduğunu bir kenara bırakarak,"demek ki bunu okumam lazımmış" diyerek "mind food/zihin besinleri" konusuna yoğunlaştım.


Anlatılan şu:
Bir grup doktor, belirli vitamin, mineral ve proteinlere ağırlık veren beslenme programlarının, strese karşı direnci arttırarak, öfke krizlerine çözüm olabileceğini keşfetmişler.
Bunlardan biri, Dr.George A. Wilson, sağlıklı bir metabolizmaya sahip olmak ve böylece bedene daha sonra zihni besleyecek olan besinleri vermek için, çok hassas bir asit-alkalin dengesinin gerekli olduğunu iddia ediyor. Dr. Wilson'a göre, bir kişinin sindirim sistemi ne kadar alkalin ise, o kişi o kadar sinirli oluyormuş. Besinleri kolaylıkla sindirebilmek ve stres sorunlarıyla başa çıkabilmek için de, asidik bir sindirim sistemi gerekiyormuş.
"Bio-electric force/ bio-elektrik güç" olarak tarif ettiği denge sağlandığında, beden gerilimlere karşı koyabiliyor ve duygusal sorunları tedavi edebiliyormuş.
Dr.Wilson, asit dengesini bozarak alkaliniteye sebep olan 6 stress bozukluğu sıralamış. Hatta, böyle bir stresin, duygusal sağlık için gerekli olan bedendeki C Vitamini (askorbik asit) miktarını da etkilediğini belirtmiş. Daha sağlıklı olmak için çözümün bu altı stresli durumdan uzak durmak olduğunun da altını çizmiş. (Nasıl durulacaksa artık...)

- Şoklar
- Güçlü hayal kırıklıkları
- Keyif kaçırıcı yoğun duygusal durumlar
- Aşırı korku veya endişe
- Aşırı çalışma
- Yetersiz dinlenme

Dr. Wilson, çoğu insanın asit-alkalin durumunu da şöyle özetlemiş:

- Öğleden sonraları daha asidik, sabahları daha alkalin
- Yazları daha asidik, kışları daha alkalin
- Egzersiz sırasında daha asidik, dinlenirken daha alkalin
- Üşüdüğünde, yorulduğunda, kronik bir hastalık sırasında veya hastalık başlangıcında daha alkalin

Sabahın erken saatlerinde, kış günlerinde, uzun dinlenmeler sırasında ve hastalık başlangıçlarında, asit rezervini arttırmak için, bir bardak suya, bir çorba kaşığı elma sirkesi ve bal koyarak hazırladığınız "toniği" içmeniz iyi olurmuş.

Evde elma sirkesi yapmak isterseniz, onun tarifini de yazının sonunda vereceğim. Çok kolay.



Daha kolay yoldan, taze sıkılmış herhangi bir meyve suyunu içerek de gerekli asidi sağlayabilirmişsiniz.

Dr. Wilson, ayrıca, metabolizmayı stabilize etmek için dengeli beslenmeyi, nişasta ve şekeri azaltmayı da tavsiye ediyor.

Tam da şeker demişken, kitabın ilerleyen sayfalarında "şeker bir hafıza öldürücü müdür?" diye de bir başlık var; ve burada da yine konu duygusal sorunlara ve beslenmeye geliyor. (Bu kitap galiba aslında hafızayla değil de, stres ve beslenmeyle ilgili. Veya yazarın aklı çok dağınık. Her neyse, verdiği bilgiler benim işime yaradı; belki sizin de yarar.)

Burada, şekerin bir yiyecek olmadığı, enerji illüzyonu yaratan saf bir karbonhidrat olduğu söylenmiş. Enerjiyi önce hızla arttırır gibi yapıp, sonra yere vuruyormuş. Ayrıca Vitamin B-Complex'i emdiği için de duygusal sorunlara sebep oluyormuş. (Ki bu vitaminler de sinir sistemini beslermiş.) Hassas kan şekeri seviyesini bozarak, zihinsel yanılsamalara veya rahatsızlıklara da sebep olabilirmiş. Zihinsel tahrifat yaptığı, değişken ve kararsız davranış biçimlerini tetiklediği ve hafıza kaybına sebep olduğu da saptanmış. (Eh, sonunda hafızayla ilgili bir şey çıktı.)

Biraz ileride, çok daha ilgi çekici bir bilgi var. "Fazla şeker yüklenmesi gibi ciddi bir durumda, şiddet eğilimi ortaya çıkabilir!" Hatta daha fazlası. Tembellik, zihinsel yorgunluk, umursamazlık hali, dalgınlık, hınzırlık.

Bu kadarı bana yetti.


Uçak hayırlısıyla yere indi. Ben eve vardım. İlk iş olarak beyaz şekerleri, esmer şekerle değiştirdim. Ev halkının kola tüketimini azaltmaya yönelik olarak, ev yapımı ayran, limonata ve taze sıkılmış bilumum meyve suyu işine girdim. Şu an içinse, internetten en doğal halinde şeker veya şeker alternatifleri bulma çabası içindeyim.














Söz verdiğim Elma Sirkesi Tarifi: (Kış başı bunun için çok uygun bir zaman)

1 lt. kavanozu önce kaynatıp soğutun (yani sterilize edin.)
(Kavanoz yerine toprak küp de kullanabilirsiniz. "Keskin sirke küpüne zarar"dan biliriz ya, işte o küp. Resimde de var.)
1 lt suyu kaynatıp soğutun.
Elmaları iyice yıkayın; dilimleyin veya ezin.(1 lt suya 2 elma gibi. Tatlı elma. Amasya elması iyi sonuç veriyor.)
Kavanoza suyu, elmaları, 1 tatlı kaşığı normal sirkeyi,1 küp şekeri atın.(Şekeri bakteriler yiyor, merak etmeyin.)
Karanlık ve ılık bir ortamda, üzerine tülbent koyarak, kapağı açık şekilde bırakın.
Bir hafta sonra köpükler başlar. Kavanozun altından bir parmak şeffaflaşmaya, beyaz olmaya başlar. O zaman, tülbentten veya kağıt kahve filtresinden süzün ve posasını atın.
İşte size ev yapımı elma sirkesi.

Beğenirseniz, başka meyvelerle de deneyebilirsiniz.

Sunday, August 15, 2010

HAYIR demek için EVET demek

.

Referandumda HAYIR seçeneğine EVET mührü bastığınızda, bu oyları sayanların aklı karışmaz diyorsanız, yukarıdaki testi yapın bakalım.

Yapmanız gereken, sadece, sırayla gördüğünüz renkleri söylemekten ibaret. Hiç şaşırmadım diyebiliyor musunuz?

.

Thursday, April 22, 2010

Askerlik Yerine Hayatta Kalma Eğitimi



Askerliğin amacı nedir diye sorsanız, ideal olarak "savunmayı öğrenmektir" demek gelir içimden. Yurdunu, milletini, aileni, çoluk çocuğu düşmanlara karşı, tehditlere karşı korumak.
Peki, pratikte öyle midir gerçekten? Hiç askere gitmedim, bilmiyorum doğrusu, ama, bana hiç öyleymiş gibi de gelmiyor.


Şu anda tehdit olarak görülen nedir? Herhalde terör grupları. Çünkü onun dışındaki savaşlar zaten artık teknolojiyle yapılıyor. Terör grupları da öyle profesyonelce eğitiliyorlar ki, ancak profesyonel bir ordu başa çıkabilir onlarla.


Teknolojik savaş derseniz, onda da mesleği askerlik olanların dışında kimsenin eğitiminin yeterli olması pek kolay görünmüyor (buradan bakınca tabi.)


Dünyada doğal afetlerin de artmasıyla düşündüğüm şöyle de bir şey var. Gün gelip de gerçekten "yer yerinden oynarsa/oynadığında", olası tehditlerle başa çıkacak en ufak bir donanıma sahip miyiz hiçbirimiz?




Canımızı, malımızı,yiyeceğimizi yağmacılardan, vahşi hayvanlardan korumayı biliyor muyuz?




Aç kaldığımızda, markete gidip satın almak dışında, yiyecek bulma, su bulma becerimiz var mı?
Gerekirse çakmakla sigara yakmak haricinde, ateş yakabilecek miyiz?
Ve düşünürseniz, aklınıza gelebilecek daha neler neler.

Şimdi bedelli askerlik konuşuluyor. Diyelim ki kabul edildi. Ne olacak, 2 ayda, 4 ayda işe yarar bir eğitim mi alacaklar bu bedelli askerler? Yoo, orada zaman öldürecekler. Tıpkı, bir çok üniversite mezununun, eğitim almayarak diploma alıp, sonra da işsiz kalmaları gibi. Bir işe yaramayacak yani, boşa harcanmış zaman olacak.




Oysa ki, 2 ay 4 ay gibi bir sürede, bu çocuklara, her türlü şartta hayatta kalma (survival) eğitimi verilse, daha yararlı bir iş yapılmış olmaz mı acaba?



Bilmiyorum, bana eğitim dendiğinde, ben diploma almayı/teskere almayı değil de, elle tutulur bir şeyler öğrenmeyi anlıyorum. Başka türlüsü olunca, zamana, emeğe yazık olmuş gibi hissediyorum.





Şu sıralarda da "Tom Brown's Field Guide - Wilderness Survival" adlı kitabını tekrar karıştırmaya başladım. Size de tavsiye ederim.




(Türkçesi var mı bilmiyorum, "Tom Brown'ın Arazi Rehberi - Vahşi Doğada Hayatta Kalma" diye bakabilirsiniz.)




İnşallah gerek duymayız, ama duysak da duymasak da, insanın kendi ayakları üstünde durabiliyor olması aslında böyle bir şey. Tehdit her ne olursa olsun, onunla başa çıkamıyorsak, hayatta kalmamız çok zor.

Saturday, April 17, 2010

Doğa Duruma El Koyuyor


Değer yargılarının, insanlığın, hoşgörü, anlayış, iyi niyet gibi kavramların yok olup gittiği, bencilliğin, hırsın ve tüketim manyaklığının kol gezdiği, hatta yaşam biçimi haline geldiği bir çağda, çivisi çıkmış bir dünyanın, iyice sarsılmadan yerine oturmayacağı gerçeğini yavaş yavaş görmeye başlıyoruz gibi geliyor bana.



Savaş yıllarında benimsenen "tasarruf etmek" kavramı, "mümkün olduğunca borçlan, harcayabildiğince harca ve tüket, ekonomi büyüsün" şeklinde değişince, beraberinde pekçok "kullan ve at" felsefesi yaratması ve "değer vermemeyi" teşvik etmesi de kaçınılmazdı.


Felaket tellallarının iddia ettiği gibi, 2012'de kıyamet kopacaksa, kopmaya başlamış görünüyor. Yok, iyimserlerin inandığı gibi, "Altın Çağ" başlayacak, hepimiz bilincimizde yükselme yaşayacaksak, silahlar susacak, her yeri sevgi saracaksa; o zaman, gün doğmadan önceki karanlığı yaşamaya başladık herhalde..
Bu güne kadar kendi kendimize yapamadığımızı, bakarsınız, doğanın dayatmasıyla yapar, aydınlanıveririz!

Hani en büyük derdi "kim beş dakika fazla Play Station oynayacak" olan, tüm güçleriyle bunun savaşını veren çocukların, kapıdan içeri "işten çıkartıldım" veya "bütün paramızı kaybettik; ev de gitti" diye giren babalarını gördüklerinde yaşadıkları, "bir anda, büyük derdin ne demek olduğunu anlama" hissi gibi birşey..



21 Mart'ta Eyjafjallajökull'de yanardağ ilk harekete geçtiğinde, bölge, İzlanda'nın "The Land of Fire and Ice/ Ateş ve Buzlar Ülkesi" tanımını yerinde görmek isteyen turistlerin akınına uğramıştı.







Kısa bir zaman sonra ise asıl etkiler çıktı ortaya. Avrupa'daki havaalanları volkanik küller yüzünden birer birer uçuşa kapatılıverdi.




"Beklenmeyen bir şeyler olup da teknoloji servis dışı kalabilir" dendiğinde, "hadi canım, daha neler" diye bıyık altından gülen, "nasıl olacakmış o" diyerek, her şeye bilimsel açıklama bekleyenlere, açıklamayı doğa yaptı.
Bilimin de teknolojinin de eli kolu bağlı kalabileceğini, bir anda çok açık şekilde gözler önüne seriverdi!!


2004 senesinde de konuyla ilgili yazılar yazmış biri olan gazeteci Serdar Turgut, bunun 2012'de dünyaya teğet geçmesi beklenen gizemli gezegen Marduk'la ilgisi olabileceğinden bahsediyor. (Akşam gazetesindeki yazılarını takip edip, neler söyleyeceğini detaylarıyla okumak lazım.)



Burak Eldem de, 2003'te yazdığı "Marduk'la Randevu" kitabında, "Aralık 2012'de hop diye bir değişim olmayacağını, değişimin zaman içinde kendini göstereceğini, hatta göstermeye başladığını" söylüyordu.

O günden bu güne yaşananları düşünürseniz, haklı da çıktı galiba, değil mi?



Depremler, seller, ekonomik krizler...şimdi de volkanik patlamalar, kül bulutları, havalanamayan uçaklar! Taşları yerinden oynatan o kadar çok şey oldu ki aslında... Kim bilir, belki de her şey durulduğunda, taşlar çok daha güzel şekilde yerleşir.

Belki o zaman, beraberce yaşam savaşı vermiş bir insanlık olarak, aslında hepimizin bir olduğumuzu kabullenir, kendi yarattığımız içi boş kavramlar ve değerler için savaşmaktan vazgeçer; doğaya daha saygılı olur; kendi yarattığımız beton hapishanelerin içinde, hep daha fazlası, daha fazlası.. için çalışarak ömrümüzü tüketmeyiz.




Hatta, bakarsınız, plazalardaki penceresiz, havasız, ruhsuz, otoyol manzaralı dairelerin yerine, şöyle yerlerde oturmak zorunda kalırız mecburen....



(Şimdiden niye gitmiyoruz ki acaba????)

.